YALÇIN ÖZER'İN DEMİREL'İ MOSMOR ETTİĞİ OLAY!..

  • 23.1.2019

12 Eylül’ün sabah saatleriydi…
Ecevit ve Demirel Ankara’da gözaltına alınıp, İstanbul’a getirildi.
Ellerinde birer valiz ve kollarında eşleri vardı.
Burada aynı helikoptere bindirilerek Gelibolu’ya doğru yola çıkarıldılar.
Bülent Ecevit ve Rahşan Ecevit önde, Süleyman Demirel ve eşi Nazmiye Hanım hemen arkasındaydı.
Ne eşleri ile, ne de pilotlarla konuşmuyorlardı.
Helikopter yağış nedeni ile nispeten alçaktan uçuyordu.
Demirel pencereden bakıp aşağıdaki bazı fabrika ve tesisleri görünce, başladı konuşmaya;
- Bak Nazmiye Hanım, şu tesisi biz yaptık, şu fabrikayı da ben açtım.
Demirel’in o halde bile böbürlenmesine sinirlenen Nazmiye Hanım bastı fırçayı:
- Yaptın da ne oldu. Bak tutuklandık.
Helikopterde söylenen son sözler bunlar oldu.
Yolculuk boyunca Ecevit çiftinden tek kelime çıkmadı.
Helikopter Gelibolu’ya inince Ecevit ve Demirel çifti Hamzaköy’deki askeri tesise götürüldü.
Burada yan yana iki ayrı odaya yerleştirildiler.
Güvenlik nedeni ile dışarı çıkmaları ve yürüyüş yapmaları da yasaktı. 
Demirel’in tansiyon sorunu vardı. Bir de mide yanması yaşıyordu.
Bu yüzden iki de bir kapıdaki nöbetçiden doktor talebinde bulunuyordu.
Gelibolu’daki tabip asteğmen gelip tansiyonunu kontrol ediyor ve ilaç veriyordu.
Ecevit çifti nispeten sakindi. 
Pek doktor talebinde de bulunmuyorlardı.
Demirel ise tam tersi.
Tabib asteğmeni canından bezdirdi.
Görevli tabib asteğmen her gün iki kez uğrayıp muayene ediyor ve günlük sağlık durumlarını deftere işliyordu.
Sinirli olan Nazmiye Hanım’dan yüz bulamadığı için Demirel’in konuştuğu tek kişi o tabib asteğmendi.
Hatta öyle bir hal oldu ki; bir şikayeti olmasa da sadece tabib asteğmen ile çene çalabilmek için hastalık bahane ediyordu.
İşte o tabib asteğmen; rahmetli ağabeyim Yalçın Özer’di.
Bilenler bilir, bilmeyenler için belirteyim; abim aslında TIP doktoruydu.
Rahmetli hakikaten çok da iyi doktordu.
Muayenehanesi hastalarla dolup taşardı. Ancak o doktorluğu bırakıp sevdiği işe, yazarlığa yöneldi.
Gazeteciliği de doktorluğu kadar iyi idi.
O yüzden Gazeteciler Cemiyeti tarafından 1986 yılında; son 10 yılın en iyi gazetecisi seçildi. 

Yukarıda yazdıklarımı da kendisinden öğrendim.
Hamzaköy’de hem Demirel ile hem de Ecevit ile bir dostluğu oldu.
Terhis olurken de Demirel ve Ecevit çok üzülmüştü. Hatta Demirel, “Ya Yalçın, tezkere bıraksan da bizi bırakmasan” demişti.
Asker kışlasına dönüp işler normalleşince, Demirel ve Ecevit de Ankara’ya döndü.
Yalçın Abim o tarihlerde Türkiye Gazetesi’nin başyazarlığını yapıyordu.
Bu kez doktor olarak değil gazeteci olarak zaman zaman Demirel ve Ecevit ile görüşüyordu.
Demirel her gördüğünde, “Gel doktor” diyor, başlıyordu anlatmaya...
Siyaset yasaklı oldukları için siyaset yapamıyor ancak gelip gidenler ile sohbet edebiliyorlardı.
Demirel’in hesabı, üzerindeki siyasi yasağın kalkması ve tekrar siyaset sahnesine dönmekti.
İşte o günlerde Rahmetli Turgut Özal ortaya çıktı.
ANAVATAN partisini kurdu.
Özal, Demirel’in eski bürokratı idi...
Özal’ın Parti kurarken kendisinden izin almamış olmasına çok öfkelenmişti. 
Bu yüzden de ziyaretine gelenlere Özal’dan uzak durmasını tavsiye ediyordu.
Rahmetli Özal için hakarete varan ifadeleri vardı.
O yıllarda Özal’ın en büyük hayali, Kerkük ve Musul’u Türk topraklarına katmaktı.
Bunun için Baba Bush’u bile ikna etmiş, ama kendi Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ı ikna edememişti.
Torumtay’a , “Bu gece Kerkük’e havadan asker indir” emri verdiğinde Torumtay, “Böyle bir şey için en az 6 ay ön hazırlık yapmamız lazım” gibi saçma bir bahane ile emri yerine getirmemiş, ardından bu gizli emri basına aktarmış ve istifa etmişti.
Askerin Kerkük’e girmemesi için tek uğraşanın Torumtay olmadığı sonradan anlaşıldı.
Demirel de bunun için el altından yoğun çaba gösterdi.
Demirel'in sağ kolu olan Necmettin Cevheri Özal'a geldi. Demirel'in, 'Özal Musul'a mehter marşı ile girerse bir daha onu iktidardan indiremeyiz' dediğini ve bu yüzden destek vermediğini anlattı.
Yalçın Ağabeyim Turgut Özal’ın en yakın arkadaşlarından birisiydi. Bu yüzden de sık sık buluşuyorlar ve Türkiye’nin geleceği üzerine kafa yoruyorlardı.
Demirel’in Özal’a sert muhalefeti Yalçın Ağabeyimi kızdırdı.
Güniz Sokağa gidip Demirel ile tam iki saat baş başa görüştüler.
Niyeti ikisinin arasını bulup, ortamı yumuşatmaktı.
Demirel iki saat boyunca yağıp, esmiş ve gürlemiş, hiç bir şekilde geri adım atmayacağını Özal’ı daha sert eleştireceğini söylemiş.
İşte bu görüşme doktoru ile Demirel arasındaki ipleri koparttı.
Demirel; “Güniz Sokak'ta Nazmiye ile tavuk besleyecek değiliz” dedi.
Yalçın Ağabeyim Türkiye Gazetesi’ndeki köşesinde Demirel’i yerden yere vurmaya başladı.
Demirel konuşuyor, Yalçın Abim eleştiriyordu.
Demirel siyaset yasağından yakınıyor ve sürekli mağdur edebiyatı yapıyordu.
Bir keresinde duyanların şok olduğu şu sözleri söyledi:
- Türkeş Türk çocuğu, Ecevit halk çocuğu, Erbakan Müslüman çocuğu, biz o... çocuğu muyuz?
Özal kendisine kötülük yapacağını bile bile Demirel’in siyasi yasağını kaldırdı.
Siyasete dalan Demirel, Rahmetli Özal’a demediğini bırakmadı.
Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı deyip” köy kasaba gezmeye başladı.
Demirel ile Yalçın Abim adeta hasım oldu.
Özal Rahmetli oldu ve Demirel onun koltuğuna oturdu.
O günlerde Refah – Yol hükümeti kuruldu.
Demirel, Özal’a düşman olduğu gibi kendi partisinin başına geçen Çiller’e de düşmandı.
Demirel düşmanlığı Ağabeyim ile Çiller’i dost etmişti.
Demirel, hiç hazzetmediği Erbakan Hoca’nın başbakan olmasını hiç istemedi.
Çiller’in de hükümette yer alması öfkesini daha da şiddetlendirdi.
İşte o günlerde;  Ekonomik karteller, Medya baronları ve kaşar siyasetçiler locaların gözetiminde bir araya geldi.
Hedefleri Refah-Yol’u yıkmaktı.
Hesaplar yapıldı, planlar ve tuzaklar kuruldu.
Askeri cepheye sürüp, kendileri arkadan gelip iktidarı teslim alacaklardı.

Medya baronları, “İrtica geliyor” manşetleri ile askeri tahrik etmeye başladı.
Tezgâha düşmeye temelden gönüllü olan askerlerin bu yeme gelmesi uzun sürmedi.
Kim olduğunu çok iyi bildiğiniz bir çakal, Demirel’in ve Mesut Yılmaz’ın itliğini yapıyordu.

Bu üçlü, Rahmetli Yalçın Ağabeyimi askere hedef gösterip kalemini elinden aldırdılar.
İşte o günlerdeydi.
Çankaya Köşkü’nde 30 Ağustos resepsiyonu vardı.
Ben TGRT’nin temsilcisi olduğumdan davetliydim, Yalçın abim Köşk’teki hiç bir davete gitmiyordu.
Abim aradı, “Ben de geleceğim çıkmadan ara da birlikte gidelim” dedi. 
Şaşırdım ama pek de üzerinde durmadım.
Köşk’e vardık.
Bilmeyenler için anlatayım; bütün davetlilerin toplandığı bir büyük salon var. O salondan resepsiyonun yapılacağı esas daha büyük olan salona geçilir. Cumhurbaşkanı ve eşleri ikinci salonun girişinde eşleriyle bekler. Herkes tek sıra halinde kendisiyle ve eşiyle tokalaşıp esas salona geçerler.
Usul böyledir.
Tokalaşma sırası abime geldi. 
Hemen arkasında ben varım. Benim arkamda Fehmi Koru var.
Demirel elini uzattı, abim tokalaşmadan ve yüzüne bakmadan direkt içeriye girdi.
Demirel’in eli havada kaldı ve abimin arkasından bakarken; Fehmi Koru, “Yalçın Cumhurbaşkanımızın elini sıkmayı unuttun” dedi.
Yalçın Abim döndü, “Ben eli sıkılacak adamın elini sıkarım” dedi ve yürüdü.
Bir anda neye uğradığımı şaşırdım.
O an bu sözünü duyanlar şok oldu.
Demirel’in yüzü al, mor, halden hale girdi.
Ben hızla girip tokalaştım ve abimin yanına vardım.“Yav Mübarek ne yaptın?” dedim.
O’nun Özal’a ve bu memlekete verdiği zararların küçük bir karşılığı” dedi. Sonra da “Ben çıkıyorum” dedi ve gitti.
Allah rahmet eylesin, Yalçın Abim böyle bir insandı.
Doğru bildiğinden gram şaşmaz, gözünü daldan budaktan sakınmazdı.
Batıla yüz vermez, Haktan ayrılmazdı.
Makam ve mevki için dinini ve itikadını da satmaz, şöhret için için ahiretini gözden çıkarmazdı.
Adam gibi adamdı.
Dosdoğru geldi, dosdoğru yaşadı ve şükürler olsun ki dosdoğru gitti.

METİN ÖZER/HABERVİTRİNİ