Gündem
  • 13.4.2007 16:44

İŞTE SEZER'İN VURUCU CÜMLELERİ!..

Kuruluşundan bu yana Cumhuriyetimizi sinsi bir gölge gibi izlemiş olan gerici tehdit, bugün ulaşmış olduğu boyutlarla kaygıya neden olmaktadır. Türkiye'nin laik düzenini ve Cumhuriyet'in çağdaş kazanımlarını hedef alan etkinlikler ile dini politikaya yansıtma çabaları toplumsal gerginlikleri artırmaktadır.

Cumhuriyet'in temel değerlerine ve anayasal ilkelere inanmayanların, aydınlanmayı ve çağdaşlaşmayı içine sindiremeyenlerin, ülkenin geleceğine ilişkin kötü niyet taşıyanların laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ne ve kurumlarına yönelik saldırıları, ulusumuzu ve devletimizi yolundan geri döndüremeyecektir.

Anayasal rejimin korunup sürdürülmesi yönünden görev ve yetki verilen bir başka organ Cumhurbaşkanlığı'dır. Anayasa'nın 104. maddesinde, Devlet'in Başı sıfatıyla Cumhurbaşkanı'na, Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Ulusu'nun birliğini temsil etme, Anayasa'nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetme görev ve yetkisi verilmiştir.

Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet'in ilkelerinden ve anayasal içeriklerinden yana taraftır, Anayasa'nın buyurucu kuralları karşısında taraf olmak zorundadır. Başka ve güncel bir deyişle, bu ilkeler ve onların anayasal içerikleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti rejiminin "kırmızı çizgileri"dir. Yürürlükteki anayasal kurallar uyarınca, başta aynı doğrultuda andiçen milletvekilleri olmak üzere tüm yurttaşlar da Devlet rejimini oluşturan anayasal kurallar çerçevesinde bu ilkelere uymak zorundadırlar.

Cumhurbaşkanı'nın tarafsızlığı siyasal tarafsızlıktır. Anayasa'nın 101. maddesinin son fıkrasında, "Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir" denilerek, Cumhurbaşkanı'nın siyasal yönden tarafsız olması gerektiği açık biçimde belirtilmiştir.

Bu özellik, Cumhurbaşkanı ile siyasal liderler arasındaki önemli bir farkı oluşturmaktadır. Asıl önemli fark ise, Anayasa'nın 104. maddesine göre, Cumhurbaşkanı'nın Devlet'in başı; 112. maddesine göre ise, Başbakan'ın, bir siyasal organ olan Bakanlar Kurulu'nun başkanı olmasıdır. Başbakan, yürütme görevinde, ancak ilişkin bulunduğu siyasal görüşü temsil edebilir. Oysa, Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Ulusu'nun temsilcisidir.

Temelinde Atatürk ilke ve devrimleri bulunan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti ideolojisi, tüm yurttaşların taraf olması gereken bir Devlet ideolojisidir. Cumhurbaşkanı, anayasal devlet rejimine egemen olan değerleri savunurken toplumun çeşitli kesimleriyle birlik içinde olabilir. Cumhurbaşkanı'nın anayasal ilkelerden yana taraf olması, siyasal taraflılık biçiminde yorumlanamaz.

Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin temel ilkelerine karşı ortaya konulan eylem ve uygulamalara karşı çıkmak ve engel olmak, Cumhurbaşkanı'nın içtiği andın ve anayasal görevinin gereğidir. Bunun "siyasal muhalefet" görevi ile karıştırılması son derece yanlıştır.

Türkiye'yi çağdışı rejime sürüklemek isteyenlerin demokrasiden sözetmelerinin bir oyun olduğu görülmelidir. Huzur ve iç barış olmadan siyasal istikrarın, ekonomik kalkınma ve toplumsal gelişmenin hiçbir anlamının olmayacağı anlaşılmalıdır. Temeli Atatürkçü düşünceye dayalı çağdaş Cumhuriyet'te huzur da, denge de, istikrar da, ancak laiklik, bölünmezlik ve ulus devlet yapısı güvenceye alınıp sürdürülerek sağlanabilecektir.

Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır. İç ve dış güçler, bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir.

Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin "laik Cumhuriyet"ten, "demokratik Cumhuriyet" adı altında, "Ilımlı İslam Cumhuriyeti"ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. Ilımlı İslam, Devlet'in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. Bu niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da, Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle, "irticai" bir modeldir. Türkiye bölge için, ancak laik, demokratik hukuk devleti niteliği ile örnek oluşturabilir; bu yöndeki deneyimlerini paylaşmaya hazırdır.

İşin dikkat çekici yanı, Türkiye Cumhuriyeti rejimini ılımlı İslam'a dönüştürmek için, dış ve kimi iç odakların çıkar birliği yapmaları ve bunu demokratikleştirme adı altında gerçekleştirmeye çalışmalarıdır.

Oysa bu odakların bilmesi gereken üç önemli gerçek vardır: Birincisi, ister "ılımlı", ister "köktenci" olsun, din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi, tarihe ve bilime ters düşen bir yaklaşımdır. İkincisi, ılımlı İslam'ın çok kısa sürede radikal İslam'a dönüşmesi kaçınılmazdır. Üçüncüsü de, Türkiye Devleti, rejim seçimini, Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte 84 yıl önce yapmıştır. Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleri ile Atatürk Ulusçuluğu'na bağlı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir.

Ulus devletin, Ulus birliği ve Ülke bütünlüğünün, tekil devlet ve laik Cumhuriyet'in koruyucusu ve güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri de, ilk kez iç ve dış odakların hedefi durumuna gelmiştir. Bu odaklar niyetlerini açıkça sergileyerek işi "hesap sorma" söylemine kadar vardırmışlardır.

Türk Silahlı Kuvvetleri, anayasal rejimin korunması yönünden, tüm anayasal organ ve kurumlar gibi görevli ve taraftır. Ordu'yu yıpratarak etkisizleştirmek için, zamanlaması ayarlanmış bir oyun oynanmaktadır.

Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin yaşadığı iç tehlikeleri ise uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Bunun için 1930'lu, 40'lı, 50'li, 60'lı yıllara dönmeye de gerek yoktur. Türkiye'de son 15-20 yıldır yaşanan toplumsal gelişmeler, toplumsal ve bireysel yaşamda sergilenen çağ dışı görüntüler, dinci fetvalar, saldırılar ve karışmalar, kamusal alanlarda türban kullanılmamasına ilişkin tüm yüksek yargı kararlarına karşı tutumlar, görevi din adamı yetiştirmek olan okulları bitirenler ile tarikat ve cemaat mensuplarının Devlet'in her kademesine yerleştirilmeye çalışılmaları, Türkiye'nin nereye götürülmek istendiğinin anlaşılması için yeterli olacaktır.

LAİKLİK DİN VE İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜNE İNDİRGENEMEZ

Türkiye'nin siyasal rejimi, laiklik konusunda duyarlı dengeler üzerine oturtulmuştur. Laiklik, din ve inanç özgürlüğüne indirgenemez. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik ve toplumsal temelinde laiklik ilkesi vardır. Tüm ilke ve devrimler, başka bir deyişle Atatürkçü Cumhuriyet laiklik ilkesine dayanmaktadır.

Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında da belirtildiği gibi, laiklik, ülkelerin içinde bulunduğu tarihsel, siyasal, toplumsal koşullara ve her dinin bünyesinin gerektirdiği isterlere bağlı olarak ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Dini ve din anlayışı tümüyle farklı ülkelerde laikliğin, aynı anlam ve düzeyde benimsenip uygulanması beklenemez.

Anayasamızın dayandığı temel görüş ve ilkeleri içeren, maddelerin amacını ve yönünü belirten Başlangıç bölümünde, laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı belirtilirken, açık ve kesin biçimde laikliğin tanımı da yapılmıştır.

BAKAN BUYRUĞU İLE HAREKET EDEN MÜSTEŞAR BAĞIMSIZ OLAMAZ

Yargıç ve savcıların tüm özlük ve disiplin işleri, Yargıtay, Danıştay ve Uyuşmazlık Mahkemesi üyelerinin seçimi gibi önemli yetkilerle donatılmış Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşumunda bir siyasal parti mensubu olan Bakan'ın ve onun buyruk ve yönergeleri ile hareket eden Müsteşar'ın yer alması yargı bağımsızlığını, dolayısıyla hukuk devleti ilkesini zedelemektedir.

OYUN ÜÇTE BİRİNİ ALAN PARTİ ÜZTE İKİLİK TEMSİL GÜCÜ ELDE ETTİ

Seçim sistemimiz incelendiğinde, iki ilke arasında olması gereken dengenin, yönetimde istikrar ilkesi lehine önemli ölçüde bozulduğu görülmektedir. 2002 yılındaki seçimlerde geçerli oyların yaklaşık üçte birini alarak Meclis'te yaklaşık üçte ikilik temsil oranına ulaşılması bunun açık kanıtıdır.

Ayrıca, toplam kayıtlı seçmen sayısına göre, seçmenlerin yüzde 59.14'ü, toplam oy kullanan sayısına göre ise, yüzde 48.37'si Meclis'te temsil edilmemiştir. Bu durum, iki ilke arasındaki dengenin nasıl bozulduğunu göstermektedir. Bunun da nedeni Seçim Yasası'ndaki ülke geneli barajıdır.

Siyasal ve bunun getirisi olarak ekonomik istikrar uğruna temsilde adalet ilkesinin gözardı edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti rejiminin istikrarını bozacak düzeye ulaşabilecektir.

PARTİ İÇİ DEMOKRASİ YOK

Günümüzde, siyasal partilerin en önemli sorunu parti içi demokrasinin eksikliğidir. Partilerin her kademedeki görevlileri, lidere bağlılıkları esas alınarak göstermelik seçimlerle işbaşına gelmekte, seçimle oluşan organların yeterli güvencesi bulunmamakta, ülke sorunlarıyla ilgili düşüncelerini özgürce dile getirememektedirler.

Siyasal partilerin topluma öncülük edebilmesi ve çoğulcu demokrasiyi etkin kılabilmesi, parti içi hukuksal ve demokratik düzenin kurulması ve işlerlik kazanmasıyla olanaklıdır.

Türkiye'nin demokratikleşme sürecini başarıyla sürdürmesi ve çağdaş demokratik yapıya kavuşması için siyasal partiler ve seçim yasalarında günün koşullarına uygun değişikliklerin yapılması, Siyasal Partiler Yasası'nda parti içi demokrasiyi sağlayıp güvence altına alacak sistemin getirilmesi zorunlu duruma gelmiştir.

DEVLETLE TİCARİ İLİŞKİYE GİREN MEDYA PATRONLARI

Devlet'le ticari ilişkiye giren medya sahibi sermaye gruplarının, medyayı kullanarak siyasal iktidarlar üzerinde baskı kurabilecekleri ya da tam tersine siyasal iktidarların sermaye grupları aracılığıyla medyayı kullanabilecekleri açık gerçeklerdir.

Sermayenin belli kişi ya da grupların elinde toplanması, çok sayıda medya organının belli kişi ya da gruplarca sahiplenilme olasılığı, medyada tekelleşmeye neden olabilecektir. Tekelleşerek sorumluluk bilincinden uzaklaşacak medya, her sorumsuz güç gibi toplumsal yaşamı ve ulusal güvenliği tehlikeye sokabilecektir.

Medyanın kamuoyunu etkileme gücü, dolayısıyla bu gücün olumsuz kullanılması olasılığının yüksekliği, yabancılaştırma olgusunun da çok iyi düşünülmesi gerektiğini göstermektedir. Yabancılaştırmanın uzun erimde ulusal benliğimize vereceği zarar çok iyi değerlendirilmelidir.

Toplumsal görevini yerine getirebilmesi için basın özgürlüğü ile donatılan medyanın da sorumluluk bilinciyle hareket etmesi gereklidir. Anayasa ve yasalarda temel hak olarak düzenlenen basın özgürlüğü ile kişilik hakkının çatışması her zaman olanaklıdır. Bu konuda dengeyi sağlamak, Devlet'in olduğu kadar medyanın da görevidir.

Demokratik toplumlarda, hem basın özgürlüğü hem de kişilik hakkı, temel hak ve özgürlük olarak anayasalarda düzenlenip korunmuş olmakla birlikte, kişilik hakkının, basın özgürlüğünün sınırlarından birini oluşturduğunda duraksamaya yer yoktur.

 

Güncellenme Tarihi : 24.3.2016 20:06

İLGİLİ HABERLER