''CNN'de program yapan Yavuz Baydar'ın yazısını, bir kelimesine katılmasak da, provokatif niteliğinden ötürü yalnızca bir - iki cümle çıkararak yayınlıyoruz.''
radikal, Baydar'ın yazısındaki bir iki cümleyi işte bu gerekçeyle yayına koymadı. Bu sansür uygulaması üzerine Baydar, bir açıklamada bulundu. İşte Baydar'ın açıklaması:
Değerli basın mensubu,
Dünkü (13 Nisan Pazar) Radikal 2 ekindeki yazımı ve dibindeki notu belki görenleriniz olmuştur. Burada ciddi bir durum var.
Tuğrul Eryilmaz, bizim camiada hem arkadaş olarak çok çok sevdiğim, hem de meslektaş olarak işlerine büyük saygı duyduğum bir editör.
Geçen hafta, sürmekte olan medya - savaş tartışmalarına biraz farklı açıdan
bakabilmek için bir yazı yazmak istediğimi kendisine söyledim, seve seve
kabul etti.
Ama yazının içeriğini sevmemiş olmalı ki, dibine şöyle bir not düştüğünü
sonradan gördüm:
''CNN'de program yapan Yavuz Baydar'ın yazısını, bir kelimesine katılmasak
da, provokatif niteliğinden ötürü yalnızca bir - iki cümle çıkararak
yayınlıyoruz.''
Bu dipnot elbette ki benim Tuğrul'a olan sevgimi azaltmadı, ama mesleki
açıdan hayli şaşırttı ve üzdü.
Bana gazetecilik açısından tuhaf gelen birkaç noktayı buraya alayım:
1. ''...bir kelimesine katılmasak da...'' deniyor. Bizim meslekte eğer
''katılmak'' editörlük ölçütüyse o zaman basılmayı ''hak eden'' değerlendirme,
polemik, tartışma, yorum, ne derseniz deyin, pek az yazı herhalde okurlara
ulaşacaktı! Editör bastığı her yazının içeriğini ''katılıyorum, katılmıyorum''
kıstasına vurabilir mi? Benim mesleki tecrübem buna hemen ''hayır''
dedirtiyor. Benim bildiğim, editör, ''düzeyli'' olduğunu düşündüğü her yazıyı
ya basar, ya hiç basmaz.
2. Daha vahimi, yazının ''provokatif niteliği''nden ötürü ''sansürlenmesi''dir.
Bizim yıllardır çırpınarak verilen düşünce ve ifade özgürlüğü mücadelemizde,
tek tip düşünce gayretlerine muhalefetimizde hep birlikte olduğumuz
Eryılmaz'ın bunu yapması , bana, doğrusunu isterseniz, dokundu. Yazılarımı
okuyanlar, ''provokatif'' veya ''ironik'' olmakla ''kırıcı'' olmak arasındaki
sınıra dikkat ettiğimi bilirler... Yazı hiç basılmasaydı, inanın,
üzülmeyecektim.
Asıl değerlendirmeyi sizlere ve sitenizin okurlarına bırakmak için yazımın
''sansürlenmemiş'' halini size iletiyorum. ''İktibas etmeniz'' umuduyla.. İfade
ve açıkça tartışma özgürlüğüne saygınızı bilerek...
İşlerinizde kolaylıklar dilerim.
Yavuz Baydar
BAYDAR'IN RADİKAL'DE ÇIKAN YAZISI... (SANSÜRSÜZ HALİYLE)
Kanaat esirleri
Yavuz Baydar
Yoğunluğu azalmakta olan Irak savaşı ardından demokratik ülkelerin medya gözetim kuruluşları ve meslek denetim grupları ''savaş haberciliği''nin kalitesini yeni yeni tartışmaya hazırlanırken, Türkiye'de birkaç haftadır tanık olduğumuz ''savaş medyası'' tartışmalarında ortaya atılan iddialar ve görüşler ne ölçüde geçerli?
Bilerek veya bilmeden herkesin ağzına geleni söylemeyi marifet saydığı bir tartışma ortamı yine geldi, bizi buldu. Türkiye'de hep böyledir: Tartışma, belirli verilere ne kadar az dayandırılırsa, ne kadar ''genel'' ve ''afaki'' olursa, içinde ne kadar ''kanlı zorbalar'', ''ABD emperyalizmi'', ''gözü dönmüş işgal kuvvetleri'' türünden salçalı bir retorik taşıyorsa o kadar makbuldür. Bunun yarattığı toz duman ortamında çamurlar atılır, eski önyargılar havalandırmaya çıkarılır, ideolojik duruşlar yeniden çevrenin beğenisine açılır, karşı çıkanlara da hakaret edilir.
Bunun üç nedeni var: a) Türkiye'de analitik düşünme alışkanlığının neredeyse yok denecek kadar az olması, b) Dünyayı daima ''siyasi önceliklerle okuma'' refleksleri; duygular, c) Mesleklere ait alanların kendisine ait nesnel kodlarının pek ciddiye alınmaması.
Son tartışmaların bulanık ortamından anlayabildiğim kadarıyla, eleştirmenler şu temel tezleri öne sürmeye çabaladılar: a) Medya bu savaşta güçlünün yanında yer aldı, oysa savaşa karşı olmalıydı, b) Medyanın kullandığı yöntemler (asker birlikleri içinde görevli ''embedded'' gazeteciler, videofon teknikleri vs.) meslek ahlakına aykırıdır, c) Savaşta ''insan trajedisi'' örtbas edildi.
Şimdi, gelelim bu ''savaş medyası'' tartışmasında takınılan tavrın arka planına. Başta Türk medyası olmak üzere, öteki medyanın, bu denli acımasızca eleştiri ateşine hedef olmasının nedeni ne olabilir?
Şunu kabul etmeliyiz ki, Irak savaşı - pek çok benzeri durumda olduğu gibi - toplumları gerdi, tartışmaları keskinleştirdi, duyguların egemenlik alanını alabildiğine genişletti. Ama bu savaşın, temel savaş yanlılığı veya karşıtlığı ilkelerinin ötesinde, başka bir boyutu da buna eklendi: Meşruiyet boyutu. Dünya bu konuda bölündü. Bu bölünme, kıran kırana tartışmaları, tepkileri, uyarıları ve tehditleriyle, her ülkenin medyasına da taşındı. Ama bu arada bir önemli gelişme daha oldu. Başlı başına bir olgu gibi, de facto bir askeri harekat - kimilerine göre ''istila'', kimilerine göre ''özgürleştirme operasyonu'' başladı. Ve medya, çok doğal biçimde, savaşa ilişkin tartışma ve kanaatleri de verirken, bu savaşı izleme gibi temel bir ''görev çağrısı'' ile karşı karşıya kaldı.
İşte bu noktadan itibaren, ''meşruiyet'' etkeninin de baskısıyla, medya üzerinde çok ciddi bir baskı oluştu. Kendisini ''medya eleştirisi'' ile görevli gören bir kesim, savaşa karşı takındığı tavrı, öfke içinde, medyaya ''yansıtmaya'', medya eleştirisi üzerinden tartışmaya yöneldi. Olan, büyük ölçüde budur. Analitik düşünce kalitesi açısından da şaşırtıcı değildir.
Şimdiye dek gelen bu alelacele, duygulu medya tartışmasında gözlerden kaçan veya kaçırılan, bu nedenle de siz okurları ciddi biçimde yanıltarak, mesleğin temel işlevi konusundaki önyargıları pekiştirme riski taşıyan bir boyut var: Bu tartışmacıların büyük çoğunluğu, haber ile yorumu birbirine karıştırıyor. Her zaman böyle oluyor.
Medyamız, bildiğiniz gibi, savaş öncesinde editoryal pozisyon bakımından iki konuda ikiye bölündü: Savaşın meşruiyeti ve Türkiye'nin bu savaştaki rolünün ''dozu''. Bu son derece sağlıklı bir zihinsel durumdu.
Burada bir tarafı sadece bu nedenle topa tutanlar, tüm medyayı, basını esas olarak meşgul eden soruyu okurların, izleyicilerin gözünden kaçırdılar. Savaş haberlerini nasıl yapıp da kapsamlı, dengeli, çok boyutlu olarak verebiliriz? Karar verici her gazeteci şu günler boyunca esas olarak bunu düşündüler.
Pek çok kişinin farkında olmadığı bir şey var: Son derece acı bir gerçek olan savaşın haberciliği hiç de kolay değil. Teknolojik gelişim, mesleki incelikler haberciliğin fiziksel ve içeriksel risklerini azaltmıyor. (Bunun fiziksel boyutu ölen ve yaralanan gazeteci sayısının yüksekliği ile ortada). Haberci için hareket alanını kısıtlayan, gerçeğin izini sürmeyi zorlaştıran bu süreç, ne yazık ki, bizdeki bu vülger, acımasız tartışmada gözardı edilmekte.
Ben, kendi payıma, başta Türk gazetecileri olmak üzere, dünya habercilerinin Irak'ın değişik yerlerinde sergiledikleri olağanüstü performansı bir kalemde siliveren, en azından ''hafife alan'' bu tartışma üslubunu, bu mesleğin emekçisi insanlara karşı affedilmesi güç bir haksızlık, düşmanlık olarak görüyorum.
Daha bu konuyu yeni yeni tartışmaya başlayacağız, ama başından beri pek çok kanal ve yerli, yabancı gazeteden savaş haberlerini izlemiş biri olarak şunu da belirteyim: Genel olarak (genel olarak sözcüklerinin altını çiziyorum) tüm dünya medyası, savaş haberciliğinde çok iyi bir sınav vermiştir. BBC ve El Cezire başta olmak üzere belli başlı Avrupa kanalları ve CNN, halkı doğru olarak bilgilendirme konusunda, benim tahminlerimin aksine, çok az hata yaptı. El Cezire'nin Bağdat ekibi, BBC'nin Bağdat muhabiri Rageeh Omar, Washington Post'un Bağdat'taki adamı Anthony Shadid ve New York Times'tan John Burns, ''medya savaşçıdır'' çığırtkanlarını utandıracak ölçüde gerçekleri kovalayan, insani boyutu öne çıkaran haberlerle öne çıktılar.
Sonraki aşamalarda kendi aramızda ''embedded'' gazetecileri tartışacağız. Çünkü bu yeni bir uygulama. Ama ilk tepkileri yansıtayım: Ciddi basın denetim kuruluşlarının yaptığı ilk kapsamlı anketler, ''embedded'' kökenli haberlerin % 95'inin ''genel haberlere ek bilgi unsuru'' olarak tatmin edici bulunduğunu gösteriyor.
Peki, TV haberlerinde neden ''negatif'' bir algılama var? Bunun şimdilik iki sebebini görüyorum: a) Sunuş üslubu (Savaşı serinkanlı, denetimli anlatma yerine maç anlatır gibi, bağıra çağıra, hatta espriler yapmaya kalkarak, kısacası ''hafife alır'' tarzda haber sunuşu hayli yaygındı), b) Özellikle ilk günlerde ekranlarda sürekli yer alan ''bombardıman bekleyen Bağdat vs'' görüntüleri. (Burada editoryal kontrolün ne kadar önemli olduğunu çabuk kavrayan kanallar bir süre sonra akıllı bir karar verip vazgeçtiler.)
Değerli okurlar, son olarak şunları doğru bilmeniz de önemli: a) ''Gazeteci savaşa karşı olmalıdır'' diye bir kural olamaz. Gazeteciyi gazeteci yapan, bu soyut tavır değil, mesleğini doğru ifa etmesidir, b) Gazetecinin savaş karşıtı rozet vs takması, meslek ilkelerine aykırıdır, c) Haberci, hislerine yenilip de haber kaynağına karşı sırtını dönerek vb. eylem yaparsa, mesleğine kötülük etmiş olur.
Bir şeyi ekleyerek noktalayayım: Türkiye'de henüz nesnel bir medya analizi zemini yok. Dolayısıyla medya eleştirilerini yüksek tenzilatlı olarak dikkate almanızı salık veririm.
Unutmayalım ki, cahillerle faşistlerin sesi her zaman yüksek çıkmıştır.
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 19:48