Yazı iyi tura eh işte
Türk sineması, külleri henüz soğumayan bir sorun olan Güneydoğu'daki 'kirli' savaşa bugüne değin iki kez kamerasını uzattı; Reis Çelik'in 'Işıklar Sönmesin'i ve Kazım Öz'ün 'Fotoğraf'ıyla. Hâlâ yeterince bakir olan bu konu, şimdi de Uğur Yücel'in 'Yazı Tura'sıyla bir kez daha deşiliyor. Ama bir farkla, Yücel'in filmi savaş öncesine ya da anına değil, sonrasına bakıyor. Hollywood'un, Vietnam sonrası yaptığı onlarca filmde olduğu gibi savaşın bireyler üzerindeki tahribatına, yarattığı kişisel trajedilere, ruhsal fırtınalara göz atıyor. Daha somut sinemasal referanslarla söylersek bir parça 'Rambo' (First Blood), ama daha çok 'Avcı' (The Deer Hunter) türü hesaplaşmalar var 'Yazı Tura'da.
Yücel, bu ilk uzun metrajlı çalışmasında iki ana karaktere odaklanmış ve onların serüvenlerini iki ayrı hikâyeyle önümüze getirmiş. Başlangıçtaki operasyon sekansının ardından film net bir çizgiyle ayrılıyor ve ikiliden önce 'Şeytan Rıdvan'ın, ardından da 'Hayalet Cevher'in öyküsüne kulak veriyoruz. Futbolculuk düşlerine bastığı bir mayınla veda eden Rıdvan, sadece ayağını değil geleceğini de kaybetmiştir. Arkadaşlarıyla eskisi kadar derin değildir ilişkisi. Daha doğrusu o artık böyle düşünmektedir. Ahali, kahvede arkasından konuşup durur ve en önemlisi, sevdiği kızı ailesi vermek istemez ona. Üstüne üstlük ortaokul aşkının sureti de peşindedir. Hayalet Cevher cephesinde ise şehrin kuralları işlemektedir. Çek-senet piyasasında kendine bir rol biçen Cevher, bu hayattan bir an önce sıyrılmak için yeni bir seçeneğin peşine düşmüştür; şöyle küçük bir büfe... Babası ve amcasıyla bu hayali ete kemiğe büründürürken 17 Ağustos depremi patlar. Ardından da babasının ilk karısı olan Rum Tasula'nın Atina'dan geri dönüşü. Yanında da eşcinsel üvey ağabeyi Teoman'ın ortaya çıkışı. Kısacası onca belanın içinde bir de değerler karmaşası yaşar Cevher.
'Olgun' oyunculuk
Şehirli seyirci için uzak gelebilecek bir mekânda, diyalekte ve insan ilişkileri içinde geçiyor ilk öykü. Rıdvan'ın dramını gerçekten de yüreğinizde hissettiğiniz anlar var ve bunların sayısı ortalamanın üzerinde. Sahici oyuncular ve oyunculuklarla ilerliyor hikâye. 'Karışık Pizza'dan, 'İki Film On Yönetmen'den ve kimi TV dizilerinden yeteneğine çok önceden aşina olduğumuz ve oyunculuğuna vurulduğumuz Olgun Şimşek, belki her şeyi tek başına üstleniyor gibi görünüyor ama Engin Günaydın'ın, Erkan Can'ın varlığı ve sinema sözcüğüyle ilk kez bu film sayesinde tanışan amatörlerin samimiyeti, strüktürü daha da sağlam temeller üzerine oturtuyor.
Hikâye İstanbul'a taşınınca problemler başlıyor. İlk filmini çeken Türk yönetmenler genellikle her türlü derdi de peliküle yansıtmaya çabalar. 'Yazı Tura'da Güneydoğu sorunu, Yunanistan'la ilişkiler, kıyısından Kıbrıs, mafya, homofobi ve 17 Ağustos depremi var. Önemli olan bunları nasıl anlattığı diyebilirsiniz. Ama bu konular Türk sinemasında o kadar çok işlendi ki, bu tür bir öykü her önümüze geldiğinde bir kedi misali pençelerimizi çıkarmak zorunda kalıyoruz. İkinci hikâyeye ilişkin bir dezavantaj da televizyonda kullanılan yüzlerin yarattığı handikap. Ki Uğur Yücel, filmin 'Alacakaranlık'tan önce projelendirildiğini söylüyor. Ama bu gerçek, kronolojinin bizim seyirci belleğimizdeki yerlerinde bir oynama yapmıyor ve yine mafya eksenli, sadece farklı yere bağlanılmaya çalışılan bir hikâye izliyormuşuz hissini güçlendirmekten başka bir şeye hizmet etmiyor.
Ya üslup? Kahramanlarının ruh durumundaki karmaşıklığı görüntüyle dillendirmek adına çoğu kez hızla akıp giden imajlar, hızlı kesmeler ve başdöndürücü kurgu, ses bandından gelen uğultularla beslenerek vurucu etki yapması sağlanmış. Filmin yönetmenlik kumaşını bu noktalarda değerlendirirsek çok da olumlu şeyler söylemek mümkün değil, çünkü bu üslup bence karakterlerin meselelerini aktarmaktan çok seyircinin gereksiz yere boğulmasına neden olmuş.
Ama zaten 'Yazı Tura'nın gerçek etkisi bu tür görsel oyunlarda değil, hikâyenin dramatik anlarında kıyıya vuruyor. İşte bu anlarda da oyunculuğa ihtiyaç duyuluyor. Olgun Şimşek'ten yukarıda bahsetmiştik, ya diğer öyküyü taşıyan Kenan İmirzalıoğlu? 'Deliyürek'ten 'Alacakaranlık'a, oradan da 'Yazı Tura'ya uzanan bir çizgide iki iyi sinema adamıyla çalıştı İmirzalıoğlu (Osman Sınav ve Uğur Yücel). Kartpostal çocuğundan oyuncu çıkarmak... Bir tür Tarık Akan kaderi (teşhis Metin Üstündağ'ın). İmirzalıoğlu için bu film dolayısıyla karar vermek bence erken. Çünkü 'Yazı Tura'da 'çok iyiler' arasında forma kapma uğraşında. Dolayısıyla 'Diğer maçlara bakalım' derim.
Öyküler iç içe geçseydi...
Son dönemlerdeki örneklere istinaden söylüyorum, popülerlik adına bir sürü abuk sabuk proje önümüze atıldı. 'Yazı Tura' böylesi bir ligde saygın bir çabanın ürünü olarak duruyor. Ama yine de kendi içinde gerekli dengeyi sağlayamadığını söylemeliyim. Eğer iki öykü, bu denli keskin ayrımlarla sunulmasa ve iç içe geçerek anlatılsa, belki de böyle bir hissiyat oluşmayacaktı. Ya da finali ilk öyküyle yapsak, filme ilişkin yaklaşımımızda (vasatla başlayıp iyiyle bitirmek adına) farklılıklar olacaktı. Ama Yücel'in tercihleri bu; buna da saygı göstermekten başka elimizden bir şey gelmez.
--------------------------------------------------------------------------------
Bir nostalji çabası: Sky Captain
Kerry Conran'ın 'Sky Captain ve Yarının Dünyası' seyirciyi geçmişin 'seriyal' filmlerine götürüyor. Conran görsel efekt açısından deneysel bir yapıta imza atmış
Adapazarı, Bursa, Zonguldak ya da İzmit... Çocukluğumun geçtiği her şehirde adım attığım sinemalarda 'üç ya da dört film birden'lik paketin içinde mutlaka onlardan birine rastlardım. Siyah-beyaz çekilmiş, karanlık, son derece naif, kahramanları tuhaf giysilerle huzurumuza gelen filmlerdi onlar. Gordon'un (malum Gökler Hâkimi'ydi) kimi maceralarına hâkim olan çizgilerde de aynı tat vardı. Dolayısıyla bunun bir tür olduğunu sonraları anlamıştım. Ama çocuksu merakın içinde doğrusu daha modern, daha çarpıcı örneklerin yanında bizim kuşağın pek de kanının ısınmadığı bir estetiğe sahiptiler.
Filmin derdi öyküyle değil
Kerry Conran'ın filmi 'Sky Captain ve Yarının Dünyası', bilinçli tercihlerle seyirciyi tekrar o dönemlere götürüyor. Devasa robotların işgal ettiği New York'ta başlayan öykü Nepal'e kadar uzanıyor ve arada bin bir türlü macera yaşanıyor.
Filmin asıl derdi öyküyle değil tabii ki. Bir tür görsel efekt alanında deneysel bir girişim olmuş Kerry Conran'ın yapıtı. Öyle bir deneysellik ki bu kadrosundaki Jude Law, Gwyneth Paltrow ve Angelina Jolie'nin varlığının sonuca çok da etkisi yok. Keza Sir Laurence Olivier'yi öte dünyadan bu yakaya getirmenin de...
Toparlarsak bizim kuşak bu türe en verimli çağlarında bile dudak bükmüştü, gerçek muhataplarının (yani 30'lar, 40'lar, 50'ler kuşağı) ise sinemayla ilişkilerinin bittiği de aşikâr. Bu durumda en yakıcı soru çıkıyor karşımıza: Şimdinin ultra internet kuşağı bu filmi nasıl karşılayacak? Yanıt gişede belli olacak. Kişisel olarak fikrimi sorarsanız, seyircilik döneminde böylesi bir deneyleri her şeye rağmen kaçırmazdım. Naçizane tavsiyem de bu yönde...
RADİKAL
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 22:58