TEK HATIRLADIĞIM CANİDE'NİN GÜZEL BACAKLARI İLE DÜĞMELERİ AÇILMIŞ GÖĞSÜYDÜ
Digitürk'ten hoşnut olduğumu söylemek istedim. Bir sonraki nesil sebebini sordu. Televizyon görüntülerinde bir arıza olunca arıyorum. Karşıma bir hanım veya bey çıkıyor.
Her seferinde değişik biri. Ama hepsi son derece nazik, saygılı, dikkatli... ve özellikle sabırlı. Çünkü ben, ne yapacağımı ancak birkaç kere söylendikten sonra anlayabiliyorum, dedim. Tavırlarını hiç değiştirmeden bana yardımcı olmaya devam ediyorlar. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
Cahilliğimden rahatsızdılar.
- Karşınızdakiler Digitürk'ün elemanları değil, kol-sentır (call center) servisidir.
- O nedir o?
- Karşınıza çıkanlar çok sayıda müşteriye telefonla bilgi verme işini üstlenen servislerin elemanları. Onlar sırf bu iş için yetiştirilirler.
- Mesela nerelerde, diye sorduğuma pişman oldum. Kredi kartı servisleri diye başlayıp birçok yeri saydılar. Hiçbiriyle bir işim olmaz. Yaşı ilerlemişlerin, zamanı gençlerle paylaşma noktasında daha dikkatli davranmaları gerekiyor.
Bu iş bu kadar kolaysa, çeşitli vesilelerle telefonda karşılaştığım görevlileri niye «kol-sentır»laştırmıyorlar diye direndimse de tutturamadım.
Pes etmeyip, eski usul bir el ense denemesinde bulundum. Doğruydu söylediğim.
- Geçen gün Cihannüma'da Halıcı Kız adlı filmden söz ettim. Çevrilişinin 50'nci yılında, «ilk renkli filmimiz» olmakla ünlü bu eserin bir saatte Sinema-Türk'te yayımlanacağı haberi vardı gazetelerde. İki sebeple üzülmüştüm. O akşam arkadaşlar vardı filmi seyredemedim. Sonra haberlerde Heyecan Başaran adı sıradan biri gibi anılıyordu. Oysa 1950'lerde Heyecan, tiyatromuzun iki üç büyük yıldızından biriydi. Bir büyük sanatçı konusundaki bu ilgisizlikten, bilgisizlikten, bence saygısızlıktan rahatsız olmuştum. Bunları yazdım.
- Baba yazdıklarınızı okuyoruz. Tekrarlamanızın konuştuğumuzla ne ilgisi var?
- Bu yazıdan bir hafta sonra Senem Özbir adlı hanım aradı beni. Digitürk'ün halkla ilişkiler sorumlusuymuş. Sinema-Türk bizim kanallarımızdandır. Çok istediğiniz halde orada yayımlanan Halıcı Kız'ı göremediğinizi yazdınız. 12 aralık cuma sabahı sizi ve bazı sinemaseverleri bir kahvaltıda ağırlamak istiyoruz. Filmi size bu özel seansta göstereceğiz, dedi.
- Gidecek misiniz?
- Cuma benim için üç işin bir araya geldiği gün. Bin kere teşekkür ettim, mümkün olmadığını söyledim, özür diledim Digitürk görevlileriyle daha önceki danışma-düzeltme konuşmalarını da bu vesileyle hatırladım. Onu söylüyordum.
- Bu dediğinizde haklısınız, dediler. Çok ince bir düşünce.
*
Halıcı Kız hikâyem burada bitmiyor. Sinema meraklısı bir okurum aradı. Aynı şeyleri düşünmüşüz. Ama o filmi seyretmiş ve kasede kaydetmiş. Geri vermem şartıyla gönderdi, Gülseren Hanım'la oturup seyrettik.
Dehşete kapıldım diyebilirim.
Önce Muhsin Ertuğrul gibi bir ustanın, elli yıl önceki sinema anlayışına çok şaştım. O tarihte 37 yıllık sinema tecrübesi olduğunu biliyorum. Saydım, 6 filmi var hatırımda, 1923-1940 arası çekilmiş filmlerdi bunlar: Ateşten Gömlek, Bir Millet Uyanıyor, Aysel Bataklı Damın Kızı, Leblebici Horhor, Aynaroz Kadısı ve Cahide Sonku ile oynadıkları Şehvet Kurbanı.
Muhsin Ertuğrul çağdaş tiyatro gibi, Türkiye'de sinemayı da başlatan adam. Bu kadar beceriksiz miymiş o filmleri çevirirken? Diğerlerini hatırlamaya çalıştım, ama ayrıntıları gözümün önünde canlandıramıyorum. Tek aklımda kalan, Şehvet Kurbanı'ndaki tren kompartımanı sahnesi. O da zahir, Cahide bacak bacak üstüne atarak, yakasının düğmelerini biraz daha açarak, bir yandan da uyur gibi yaparak, karşısındaki kanepede oturan Muhsin gibi bizi de biraz heyecanlandırdığı için.
Halıcı Kız'da genç kızı oynayan Heyecan'ın, yüksek topuklu ayakkabısıyla adalarda, çamlar altında dolaşması gerekiyor. Alışık değil topuklu ayakkabıya güçlükle yürüyor, bileği burkuluyor düşüyor. Ee, bu sahnenin dakikalarca gösterilecek nesi var? Vah vah bak zavallı yürüyemiyor diye dertlenmemiz için daha kaç kere düşmesi lazım? Bu sebeple yorgan döşek yatması, ayak bileklerinin incinmesi bize neyi anlatmak için o kadar uzatılarak tekrarlanıyor.
(Dayanamadım, telefonda bu vesileyle buluşmamıza da çok sevindiğim) Heyecan'a sordum:
- O sahne çok daha uzundu, ısrarlar üzerine kısaltıldı, dedi.
Peki makyaj o tarihte bilinmedik bir iş miydi? Işık diye bir kavramdan yönetmenin haberi yok muydu?
İnanır mısınız hayal kırıklığından ve üzüntüden perişan oldum. Yahu, seyrettiğimiz filmler bu kadar mı ilkel ve çocuksuydu, diye...
*
Peki, o yıllarda neler seyrediyorduk biz? Unutmayın ki 1953 bizim evlendiğimiz yıl. Kardeşim Işıl söyledi. Şişli'de 19 Mayıs İlkokulu'na gittiği sıraymış. «Gel bak bu önemli bir film. İleride ben görmüştüm, dersin» diye onu almış, Pangaltı'daki İnci Sineması'na götürmüşüm; Halıcı Kız'ı seyretmeye.
1930'ların sonlarında Arap ve galiba Hint filmleri seyrederdik. Savaş yılları, Batı ülkelerinden film getirtilemediği için herhalde... Ama Rüzgâr Gibi Geçti'nin çevriliş tarihi de 1936...
Her neyse, pek özendiğim bu seyir beni adamakıllı sarstı.
Geçen elli yılın, bir eserindeki görüntülerle Muhsin gibi bir devi bu kadar eskitmiş olması, şuur altımda bazı ezikliklere mi yol açtı acaba diye, hiç düşünmedim, diyemem.
Hakkı Devrim
Radikal
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 21:12