Başkanı Bush olanın
Ellerinde otomatik silahlar, okudukları lisenin koridorlarına dalıp katliama girişen iki çocuğu sadece duyguları mı yönlendirmiştir bu iş için? 'Benim Cici Silahım' (Bowling for Columbine), bütün bir ulusun hissiyatının pek de farklı olmadığını ortaya koyan bir belgeseldi. Biz Türkler düğün-dernek, maç gibi toplu eylemlerde nasıl ortalığı kurşunlara boğuyorsak Amerikalılar da kendilerince nedenler uydurup silaha olan bağımlılıklarını bir şekilde göstermeye çalışıyorlardı. Eski ünlü oyuncularından (Charlton Heston mesela) sıradan vatandaşlarına kadar...
Kamera sıcak bölgelerde
Michael Moore filmografisi açısından 'Fahrenheit 9/11', genel bir perspektifle bakıldığında bir tür 'devam filmi' gibi duruyor. Ateşli silahlara tutkun bir ulusun, nasıl bir başkanla yaşadığını, daha doğrusu nasıl bir başkana layık olduğunu gösteriyor. Eh, malum o ünlü söz, de kapılarını çalıyor: 'Kılıçla yaşayan kılıçla ölür'. Bush'larla yaşayanlar da, günün birinde 'ikiz kuleler'ini kaybederler...
'Fahrenheit 9/11', kısaca özetlemek gerekiyorse iki ana noktada ilerliyor. Filmin ilk bölümünde Bush ailesinin (George ve George W. Bush) Suudi hanedanıyla, daha doğrusu Bin Ladin'lerle olan ekonomik ortaklıklarının altı çiziliyor, ikinci bölümünde ise Moore'un kamerası Ortadoğu'ya taşınıyor ve Irak cephesinden manzaralar yakalanıyor.
İlişkiler ağı çözme metodu
Amerikalıların düşman histerilerinin nasıl biçimlendiğine ve bu histerilerin, beyazperdeye nasıl yansıdığına, geçen yüzyıl boyunca bolca tanık olmuştuk. Hollywood, halkının duygularına tercüman olurken gün geldi uzaylıları hedef gösterdi, gün geldi komünistleri... Moore'un filminin ilk yarısı da, bu Hollywood geleneğinin izinde ilerliyor gibi. 'İkiz Kuleler'i, Bin Ladin'in önderliğindeki El-Kaide yıkmıştır, o halde bizim başkan ve şürekâsı, bu Bin Ladin ailesiyle nasıl ilişki kurar, sürdürür ve en nihayetinde bu ailenin üyeleri, hiçbir soruşturmaya tabi tutulmadan Amerika'yı terk ederler?
Yer yer rahmetli Uğur Mumcu türü bir 'ilişkiler ağı çözme metodu'yla Moore, Suudilerin Amerikan sermayesindeki önemlerine ve bu sermayenin 'yerli işbirlikçilerle' olan girift ilişkilerine dikkat çekiyor ilk yarı boyunca. Söylediklerinde doğru olmayan yanlar var mı? Bence yok ama Amerikan halkının her şeyi yanlış anlama özellikleri açısından insanın içine 'Acaba, bu görüntülerden sonra bütün Arapları, dolayısıyla bütün Müslümanları aynı kefeye koyarlar mı?' sorusu düşüyor doğrusu... Ama sağ olsun Michael Moore ve kamerası, ikinci yarıda Irak'a ayakları değdiğinde görüntüler netlik kazanıyor. Ortadoğu'da da çocuklar ve anneler olduğunu anlayabilir artık Amerikan seyircisi (kamuoyu)...
Zekâ, hınzırca bakış, çarpıcı görüntüler ve en önemlisi eldeki görüntülerin, direkt seyircinin yüreğini teslim alan bir kurguyla önümüze getirilmesi... Michael Moore'un üslubuna artık fazlasıyla vâkıfız. Hem 'Benim Cici Silahım'dan, hem de NTV'de yayımlanan 'Korkunç Gerçek'ten (The Awful Truth). İşte bu bildiğimiz üslubun, her seferinde üzerimizde ortalamanın üzerinde bir etki yaratmasını da Michael Moore'un yeteneği ve onu farklı kılan en önemli özelliği olarak almamız gerekiyor galiba.
Bir kez de böyle ajite olalım
'Fahrenheit 9/11' etrafında yapılan tartışmalara gelince; hemen 'İyi de bu
adam ne kadar samimi?' sorusuyla yine o bildik paranoyalar yavaş yavaş dökülmeye başladı. Evet, sonlara doğru ortaya çıkan Iraklı annenin feryatları içimizi parçalıyor. (Bu sahne karşısında ağlamayanın insanlığından şüphe ederim.) Aynı şekilde oğlunu cepheye göndermekle gurur duyan ama sonra gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalan Amerikalı anne Lila Lipscomb'un dramı da gözyaşlarımızı teslim alacak türden. İşte seçtiği bu
'özel' görüntüler dolayısıyla Moore'u, belki suçlamak mümkün. Peki neyle? Duygu sömürüsüne yeltendiği için (mi?). Evet, 'Fahrenheit 9/11' ajite edici bir film. Ama bir kez de böyle ajite olsak ne olur? Bunun ne zararı var?
Ve diğer bir eleştiri: Adam böyle filmlerle küpünü dolduruyor. Evet, her filme giden bir bilet parası ödüyor ve bu paralar biriktiğinde, belli bir yekûna ulaşıyor. Matematik bir gerçek. Bu yekûn, bir belgeselin boyunu aşınca, çeken suçlu mu oluyor yani? Diyelim ki Moore bu filmden çok kazandı; ee, ne olacak? Birkaç ev daha mı alacak, limuzine mi binecek, daha fazla kadınla mı beraber olacak? Hepsini yaptı diyelim, bize ne? Bu onun filminin değerini niye azaltsın ki?
Altyazı dergisinden öğrendiğimize göre Jean-Luc Godard da (filmi izleme zahmetine bile katlanmadan) Moore'a yüklenmiş ve bu tür yaklaşımların Bush'un popülerliğini arttırdığını söylemiş. Godard, bir zamanlar kameranın durduğu yeri bir ahlaki mesele olarak gören adamdı. Michael Moore tam da böyle şeyler yapıyor. Kamerasının durduğu yer, ahlaki meselelerin tam da ortasında.
Üstelik Michael Moore'a bu tür paranoyakça yaklaşımlar, bizi ABD Başkanı George W. Bush'la aynı çizgiye getirmeyecek mi? Ne diyordu 'moron' başkan? ''Git kendine gerçek bir iş bul''. Bundan daha gerçek bir iş nedir ki?.. Bir not daha; hem Iraklı, hem Amerikalı anne, yaşadıklarından sonra yukarıya bir soru yönlendiriyorlar? Bir 'Neden Allahım' diyor, diğeri de 'Neden Tanrım?' Gerçekten de neden? Acaba tek bir Tanrı var ve hepimize yetişemiyor mu?..
--------------------------------------------------------------------------------
Whiskas'ın katkılarıyla
Halle Berry'ye 'En İyi Kadın Oyuncu'da Oscar getiren 'Monsters Ball', hikâyesi geleneksel Amerikan reflekslerinin hâkim olduğu bir coğrafyada geçse de üslup açısından daha çok Avrupa karakteri taşıyan bir dramaydı. Kim bilir, bu yüzden kimi Avrupalı yönetmenler, özellikle de Fransızlar, Berry'ye özel ilgi gösteriyor olabilir. Baksanıza, geçen sezon Mathieu Kassovitz 'Gothica'da, bu sezon da Pitof 'Kedi Kadın'da, ona başrolü verdiler bile. Ve ilginçtir iki film de Fransız ruhundan uzakta, daha çok özel efektlerin hâkim olduğu yapımlar...
'Kedi Kadın', Rob Kane'in 1939'da yarattığı 'Batman'in içinden doğan bir ara karakterdi. Sinemadaki izdüşümüne ise 92'deki 'Batman Returns'de rastlamıştık. İsmi Selena Kyle'dı ve Michelle Pfeiffer canlandırıyordu. 'Vidocq'la tanıdığımız eski özel efektçi 'Pitof' ise, biraz da Halle Berry'nin yüzü suyu hürmetine çekilmiş gibi görünen 'Kedi Kadın'da bu karakteri yeniden tanımlıyor. 'Örümcek Adam'da Peter Parker, sınıfın en çalışkan öğrencisiydi. 'Kedi Kadın'da da Patience Phillips, çalıştığı kozmetik firmasının en çalışkan, ama çalışkanlığıyla öne çıkamayan elemanı. Günün birinde, tesadüfen tanık olduğu bir olayda öldürülüyor ve bir vefa gösterisi olarak kediler âleminin yardımıyla yeniden hayata geri dönüyor. Ama bütün 'kedicil' özellikleri de üzerinde taşıyarak.
Kedi esprileri iyi olmuş ama...
Bu tür 'süper kahraman' filmlerinde kötülerin birtakım özel meziyetleri olur. Buradaki kötünün tek bir özelliği var: kadın olması... Tamam, kimilerine bu kadarı da yetebilir ama Sharon Stone'un giderek yok olduğunu düşündüğümüz pırıltısına yapılan göndermelerin dışında filmin bu konuda çok da zekice davrandığını söyleyemeyiz. Üstelik Sharon Stone, hâlâ soyadı gibi dimdik ayakta... Filmin, kedilere yönelik esprileri iyi, Halle Berry'nin seksapelitesini, gözlerini, dudaklarını başarıyla kullanıyor ama kedi yürüyüşü pek olmamış.
Kötü olan yansa, 'Kedi Kadın'ın bütün erdeminin bunlardan ibaret olması. Öykü çok zayıf ve yüzeysel, aksiyonu sıradan, kötüler bile yeterince kötü değil (nerede 'Örümcek Adam 2'nin Doktor Ahtapot'u?). Ancak Halle Berry hayranları için diyoruz...
--------------------------------------------------------------------------------
ET, evine dönmek istiyor
Evine dönemeyenlerin problemleri, Steven Spielberg için bildik bir konu. 'ET'nin hikâyesini kim unutabilir? 'Terminal'de ise ne Amerika'ya sokulan, ne de ülkesine geri gönderilen ve bir tür 'ET' muamelesi gören Viktor Navorski'nin serüvenini anlatıyor Spielberg. Tabii bir farkla, Viktor'u yetişkinler çabuk fark ediyor. Öte yandan karakteri canlandıran Tom Hanks'e de Viktor'un yaşadıkları uzak değil; o da 'Cast Away'de benzeri bir uğraş vermiş ve tek başına yaşamanın yollarını bulmuştu. Onun da yaşadıkları farklılıklar var; bu kez düştüğü adada her şey var ama alacak parası yok...
Bir Slav ülkesi olan Krakozhia vatandaşının, ülkesinde çıkan politik karmaşa sonucu JFK Havalimanı'na sıkışıp kalması ve yaşadığı süreçte acımasız havalimanı şefi Frank Dixon'ın zulmüne uğramasını anlatan 'Terminal', Spielberg'in Frank Capra'dan miras aldığı Amerikan iyimserliğinin her yanına sinen bir film. Havalimanı'nın diğer 'öteki'leriyle (Hintli, Hispanik ve siyah) çalışanlarla kurduğu sıkı dostluklarla kendine yeni bir yol seçen Viktor'un aynı zamanda mutsuz hostes Amelia'yla girdiği duygusal ilişki de filmi ayakta tutan yan unsurlar.
'Terminal'in bir sahnesinde patronu, acımasız Frank Dixon'a dönerek şu cümleyi sarf ediyor: ''Merhamet, bu ülkenin temelidir.'' İşte bu merhametli ülkeye Steven Spielberg başka, Michael Moore başka bir gözle bakıyor. İki bakış açısını da merak edenlerle haftanın iki seçeneğini de öneririz. Ama 'Terminal'e ilişkin şu uyarıyı da yapalım; Tom Hanks, çok iyi bir oyuncu, lakin hangi kılığa girerse girsin Tom Hanks olmaktan kendini kurtaramıyor...
radikal
Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 22:54