Medya
  • 12.11.2004 10:37

MUHABİRİN ÖLÜMÜ VE BASININ İKTİDAR MEVZİLERİNDEKİ PROBLEMLİ 'MUHABİR ALGISI'

YENİ ŞAFAK/ KRONİK MEDYA MUHABİRİN ÖLÜMÜ VE BASININ İKTİDAR MEVZİLERİNDEKİ PROBLEMLİ 'MUHABİR ALGISI' (1) Radikal gazetesi kültür-sanat servisi muhabirlerinden Şehnaz Pak'ın işe giderken görev aracında kaza geçirerek ölmesine biz de çok üzüldük. Ailesine ve Radikal'deki arkadaşlarına baş sağlığı diliyoruz... Akşam'dan Ahmet Tulgar, Pak'ın ölümünü, bizim, baştan beri Türk basınının en temel problemi olarak gördüğümüz ''gazete zirvelerindeki muhabir algısı''nı masaya yatırmak için vesile saymış. Biz de öyle yapacağız. Üç gün sürecek yayınımızın bugünkü bölümünde Ahmet Tulgar'ın doğrudan kendi gözlemlerine dayanarak yazdığı içten yazısını kısaltmadan yayımlıyoruz. Yarın, Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı'nın ''Türk gazeteciliği için çıkış yolları'' başlıklı yazısının (8 Kasım) ''muhabirlik''le ilgili bölümlerini aktaracağız. Üçüncü gün ise, bizim bu meseleyi ele aldığımız eski yazılarımızdan birini görüşlerinize sunacağız. Muhabirler neden ölür? (Ahmet Tulgar, Akşam, 8 Kasım) Gazete binalarının önünde her daim sıra sıra lüks otomobiller görürsünüz bütün gün yatan. Eller cepte serseri mayın gibi dolanan, takılan şoförler bir de. Sonra bir an gelir, bu adamlardan biri kendine alelacele çeki düzen verir, otomobillerden birinin arka kapısını açar, tutar, bekler: Namlı bir köşe yazarı ya da ihtiraslı bir yönetici, patron katından biri gazeteyi terk etmektedir. Aynı dakikalarda bu binaların bodrum katlarında ya da otoparklarının kuytusunda genç kadınlar ve adamlar sık sık saatlerine bakarak bekleşmektedirler. Bazıları sırtlarındaki kamera ya da lap top yükünden iki büklüm olmuştur. Onları, heyecanla bekledikleri, azarlarla yetişmeye zorlandıkları, artık ama öfkeyle beklendikleri menzillerine götürecek araç bir türlü bulunamamaktadır. Gazetelerin ulaştırma servislerindeki istihdam azlığı bir yana bir de bu servislerin angarya merkezi işlevi görmesi rol oynar bu gecikmelerde. Büyük olasılıkla şoförlerden biri, mesela işi o gelecek habere resimaltı yazmaktan başka birşey olmayan bir orta kademe ama kartviziti pek forslu bir yöneticinin elektrik faturasını yatırmaya gitmiştir. Ya da gazeteye sadece kendilerinin para kazandırdığını iddia eden reklam toplayıcılarından birinin bitimsiz iş yemeğinin bitmesini beklemektedir bir lokantanın önünde aç bilaç. Muhabirler gelen arabaya doluşurlar ve 'Acele edelim' uyarılarıyla, 'Önce benim işe', 'Hayır benim işe' tartışmalarıyla yola çıkılır. Ben muhabirlikten geliyorum. Büyük bir rahatlıkla söylüyorum, başarıdan başarıya koştuğum dönemlerimde bile ömrüm kaldırımlarda, beni tekrar bilgisayarımın başına götürecek arabaları beklemekle geçti. Türkiye'de yazarların güvenlik sorunları vardır ama muhabirlerin olamaz. Mafyayı didik didik eden muhabirler işte bu kaldırımlarda açık hedeftir. Sabaha karşı evlerinden alınıp havaalanlarına götürülürken fazla mesaiden canı çıkmış şoförleri uyanık tutmak için anlatacak hikaye arayışları ise işin cabasıdır zaten. İki yaz önce bir röportaj için Bursa'ya gitmiştim. Yanımda foto muhabiri arkadaşım. O yazın en sıcak günüydü. Klimasız Doğan'dan indiğimizde kibirli özel kalem müdürü: 'Vay be, sizi bu sıcakta İstanbul'dan bu arabayla mı gönderdiler?' diye dalgasını geçmişti. Milliyet'teydim o zamanlar. Şimdi artık neyse ki orada da bütün arabalar klimalı. Asıl komiği şeydi: Marmara depremi olmuş. Biz toz toprak içinde, fırına dönüşmüş araçlarda, kuyruklardayız. Dördü normal, biri baş beş yazar, iki helikopterle havadan indirme yapmışlardı o gün bölgeye. Baş olanı tutturmuş 'Füme camlı helikopter isterim' diye. Fotomuhabiri arkadaşımıza da direktif vermiş: 'Sadece beni çekeceksin' diye. Umur Talu, sonradan o günü, o aynı yazarın fotoğraflarıyla bezeli birinci sayfayı 'bir iş kazası' olarak nitelendirmişti. Birçok gazetede genel yayın yönetmenleri selam bile vermez bu genç muhabirlere. Bir gün onlarla bir yemek yemişliği, bir dertleşmişliği yoktur. O hareketli, o üretken yığının içinden sıyrılıp dikkat çekmek için mübah ya da değil her yöntemi denemeye mahkum edilir bu gençler. Dejenere olur bazıları ama çoğu onurunu, mesleğimizin onurunu korur. Gazetelerin ulaştırma servislerinden yola çıkılarak bütün bir medya sisteminin merkezine ulaşılabilir. Orada şu gerçek saptanır: Bu sistem değişmelidir. Muhabirler, can damarları gazetelerin, kan kardeşlerim benim, otoyollarda kan içinde yatıyorlar çünkü. MUHABİRİN ÖLÜMÜ VE BASININ İKTİDAR MEVZİLERİNDEKİ PROBLEMLİ 'MUHABİR ALGISI' (2) Radikal gazetesi kültür-sanat servisi muhabirlerinden Şehnaz Pak'ın ölümünün ardından, ''Türk basınının zirvelerindeki muhabir algısı''nı masaya yatırmaya karar verdiğimizi yazmıştık... Bu çerçevede dün, Akşam'dan Ahmet Tulgar'ın yazısına yer vermiştik. Bugün da Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı'nın ''Türk gazeteciliği için çıkış yolları'' (8 Kasım) başlıklı yazısının ''muhabir sorunu''yla ilgili bölümünü aktarıyoruz... Gazete haberciliğinin ilk çıkış noktası muhabirdir. Ancak bu meslekte en çok hırpalanan kişiler onlar. Adeta ''çoluk çocuk işi'' imiş gibi yaklaşılıyor muhabirliğe. Oysa habere ilk ulaşan, dolayısıyla habere ilk menba olan kişi muhabirdir. Türkiye'de ilginç bir gelişme yaşandı son yıllarda. Muhabirlik, genellikle yeni mezun kişilere ya da halen öğrenci stajyerlere düşük maaşlar ve imkanlarla yaptırılıyor. Gazeteciliğin gelişmiş bir düzeyde yapıldığı ülkelerde muhabirliğin uzun ve sindire sindire yaşanan bir süreci var. Daha okul gazetelerinde başlıyor bu sevda. Sonra küçük bir semt gazetesi, ardından lokal bir gazetede devam eder habercilik kariyeri. Bu süreç tamamlandığında muhabir beş ile on beş yıllık bir birikime sahip olmuş demektir. Ülke genelinde bir gazeteye adım atan muhabir, bilgiye ulaşma, onu kontrol etme, haberi doğru intikal ettirme gibi konularda sağlıklı bir mesafe almıştır. Editörlüğe yükselmesi için yeni bir döneme girer; ancak ''ille de editör olmalıyım'' gibi bir derdi yoktur. Hayatın sonuna kadar muhabirlik gibi şerefli bir mesleği yapmaktan yüksünmez. Ancak gazete yönetimleri çıraklıktan gelen, kalfalığı dolu dolu yaşayan ve ustalığa ramak kalmış bir haberciyi ihmal etmez ve daha o istemeden ona editör kepini hediye eder. Yeni bir sorumluluk dönemi başlamıştır artık. Türk gazeteciliği haberciliğe dönmek, derinlikli haberlerle televizyon ve internete fark atmak -ki bundan kaçış yok- istiyorsa muhabir gerçeğine ciddi bir planlama ile dönmek zorunda. Üzülerek kaydetmek gerekiyor ki bu ülkedeki gazetelerden bazısında istihbarat servisleri, haber merkezleri, yayın servisleri (iç haberler, kültür vs.) ya yok ya da bir gazeteyi sırtlayamayacak kadar cılız bir yapı üzerinde duruyor. Bu yapı ne haberi derinleştirme kapasitesine sahip muhabir çıkarabilir ne de okurda okuma tadı uyaracak metinler. Az biraz palazlanmış her muhabire köşe açan ve orada her gün yazmaya teşvik eden Türk usulü gazetecilik geleneği(!) köşe yazarlığını da öldürüyor. Hizaya getirilmiş bir kurum: MUHABİRLİK Türkiye'de dört yıl boyunca görev yaptıktan sonra ülkesine geri dönen New York Times muhabiri Stephen Kinzer, kendisiyle yapılan söyleşilerde, Türk gazeteciliğinin temel sorunları faslında her zaman en başta ''muhabir sorunu''na işaret etti. Kinzer, Türkiye'de iyi yetişmiş muhabir sayısının çok az olduğunu, buna karşılık gazetelerde köşe yazarından geçilmediğini, iyi muhabirlerin bir süre sonra köşe yazarı olmasını aklının almadığını söyledi durdu bu söyleşilerde. Stephen Kinzer, şaşkınlığı büyümüş olarak döndü ülkesine; çünkü dört yıl önce Türkiye'ye geldiğinde gözlemlediği ''köşe yazarı problemi'', döndüğü gün biraz daha büyümüştü. YAZIİŞLERİ İKTİDARI... Kinzer'ın Türk gazetelerinde çalışmadığı için bilmediği, dolayısıyla hiç söz etmediği bir problem daha var: Gazetelerin yazıişleri (iktidar) bölümleriyle muhabirler arasındaki ast-üst ilişkisinden kaynaklanan gerilim... Bu gerilim, muhabirlik mesleğini bir an önce kurtulunması gereken bir pozisyon derekesine indiriyor. Muhabir, nöbetini tamamlayıp ''sabit göreve'' geçtiğinde, tıpkı bir zamanlar çavuşundan gördüğü muameleyi yeni erlere reva gören çavuşlar gibi davranıyor ve bu kısır döngü böylece devam edip gidiyor... Ne demek istediğimi örneklemek için başımdan geçen bir olayı aktaracağım: Güneş gazetesinde çalışmaya başladığım 1989'a kadar gazetecilik tecrübem dergicilikten ibaretti; hiç günlük gazete tecrübem yoktu. Metin Münir'in yönettiği Güneş'in mutfağı, Cumhuriyet gazetesinden gelen bir gruba emanet edilmişti, ben ''dışardan'' gelen tek kişiydim (grubun genç üyelerinin, birkaç istisna dışında, hayatlarında hiç muhabirlik yapmadığını sonradan öğrenecektim). BİLDİĞİM GAZETECİLİK... Benim o güne kadar bildiğim gazetecilik, herkesin haber yazdığı, tecrübeli birkaç kişinin de (ki onlar da sık sık muhabirlik yapıyordu) bu yazılanları okuyup çekidüzen verdiği bir gazetecilikti. O nedenle, orada olup bitenler beni çok şaşırtmıştı: Yazıişleri denilen kapalı bir yerde oturan 10 civarında kişi, muhabirlerden gelen başlıksız (bu noktaya biraz sonra döneceğiz) haberleri kesip biçiyor, kısaltıyor, başlık koyuyor ve sayfaya yerleştiriyordu. Bu iki grup arasındaki ilişkiler de çok tuhaftı: Muhabirler gayet ürkek davranıyordu bu ekip karşısında. Geniş muhabirler grubunun yazıişleri odasına girmesi de ancak bir tür izinle olabilecek bir şeydi. O muhabirlerden bir bölümü yazıişlerinde oturanlardan çok daha iyi gazeteciydi, ama onların kendi haberlerine yönelik muameleye söz etme hakları yoktu. Orada yaşadığım bir olay, sözünü ettiğim gerilimin boyutlarının tahmin ettiğimden de yüksek olduğunu gösterdi bana... Muhabirlerden biri haberini yazmış, yazıişlerine göndermişti. Fakat kurallara uymamış, haberine başlık da atmıştı. Bunu gören ve küplere binen genç yazıişleri elemanı, muhabirin yazıişleri bölümüne gelmesi için haber gönderdi. Muhabirin o sırada orada olmaması, yazıişleri yetkilisini daha da öfkelendirdi. Elinde tuttuğu haberi parça parça ettikten sonra, ortalığa şöyle seslendi: ''Başlık atmasını biliyorsa, gelsin burada çalışsın!'' ''Başlıklı'' diye haberi yırtan yazıişleri yetkilisiyle iki yıl sonra Aktüel dergisinin kuruluş günlerinde karşılaştık. Onun dergiye ilk geldiği gün, Aktüel'e muhabir olarak giren gazetecilerden biri ''hoşgeldin'' demek için yanına gitti. ''Hoşgeldiniz'' dedi, ''siz de muhabir olarak mı çalışacaksınız?'' öbürü ''Hayır'' dedi, ''ben hayatımda hiç muhabirlik yapmadım.'' Yanılıyordu, muhabir olarak çağrılmıştı oraya. Tam iki ay boyunca bir haberi takip etti (ben de onu takip ettim, işkence altında gibiydi). Sonunda o haberi yazamadı ve dergiden ayrılmak zorunda kaldı. Ben şahsen, Türk basınında gerçek bir kalite yükselişinin ''muhabirlik sorunu''nun halliyle mümkün olduğuna inanıyorum. Stephen Kinzer, göğsünü gere gere ''ben muhabirim'' diyor. Kinzer, bizim hangi köşe yazarımızdan, hangi yazıişleri yetkilimizden ''aşağı...'' (A.G.) Güncellenme Tarihi : 16.3.2016 23:16

İLGİLİ HABERLER